8 Mayıs 2011 Pazar

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Önerilen Yayınlar

Epilepsi, Yani Sara
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu
2-
Kanıt Tanık Bilirkişi: Amigdala Unutmaz 2
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

3-
Çocuk Davranışlarındaki Korkuyu Tanımak ve Başetmek
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu
4-
Testlerle Çocuğunuzun Yeteneğini Keşfedin
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

5-
Çocuklarla Doğru İletişim
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

6-
Anne İş’ te - Çalışan Anne ve Çocuğu
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

7-
Bana Seni Anlat Anne
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

8-
Bana Seni Anlat Baba
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu

9-
Çöp Çocuk
Sabiha Paktuna Keskin

Boyut Yayın Grubu


PEGEM.NET

Doğan CÜCELOĞLU Videoları Ve Makaleleri

VİDEOLARI
İlişkilerimizde Mutlu Olmak
http://www.dogancuceloglu.net/tvprogrami/30-iliskilerimizde-mutlu-olmak

Saygı
http://www.dogancuceloglu.net/tvprogrami/35-saygi

Yaşam Yolculuğum
http://www.dogancuceloglu.net/tvprogrami/32-yasam-yolculugum

Çocuklar ve toplum
http://www.dogancuceloglu.net/tvprogrami/10-cocuklar-ve-toplum

Sınırlar Ve Sınırlarımız
http://www.dogancuceloglu.net/tvprogrami/26-sinirlar-ve-sinirlarimiz


MAKALELERİ

Ailede Çocuğa Yapılan Tanıklık

Bu yazıyı, eğer okumadıysanız, 3 hafta önce yayınlanan “Siz Kimin Tanığısınız?” başlıklı yazıyı okuduktan sonra okuyun.
Ben varım çünkü benim bir tanığım var. Arkadaşlarımın olması, dostlarımın olması o nedenle önemli. Evlilik en önemli tanıklık sistemi; çünkü karı koca psikolojik olarak birbirlerinin en güçlü tanıkları durumundadır.
İçinde büyüdüğü aile tanıklık nedeniyle çocuk için hayati öneme sahiptir. Annelik, babalık o nedenle çok önemlidir. Bir arkadaşımın çocukluk öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bursa’nın bir köyünde büyümüş olan arkadaşım şöyle anlattı:
Altı yaşındayım, ama ailenin önemli bir bireyiyim, koyunlar bana emanet, koyun güderim, yani sorumluluk verilir. Bir gün annem evde aradığı bir şeyi bulamayınca, oğlum sen mi aldın, diye sordu. Anne ben almadım, dedim. Annem yine aradı bulamadı, oğlum emin misin, diye yine sordu. Yine, anne ben almadım, dedim. Aramaya devam eden annem, oğlum almadığından emin misin, diye yeniden sorunca kızarak sesimi yükseltip, ANNE BEN ALMADIM!!!, dedim. O sırada babam bizim olduğumuz odadan geçiyormuş; babamdan da çok çekinirim; ne oluyor, diye anneme sordu. Annem dedi ki, arıyorum bulamıyorum, ihsana soruyorum, oda ben almadım, diyor.
Babam bana döndü, gözümün içine bakarak, sen mi aldın oğlum, dedi. Ben almadım baba, dedim. Babam yürümeye devam ederken anneme baktı ve, ya bilmiyor musun, İhsan yalan söylemez, dedi ve çıktı gitti.
O an benim için çok önemliydi. Öyle bir şey oldu ki içimde, anlatması zor. “Babam bana güveniyor, babam bana inanıyor, ben yalan söylemem!”
Biliyor musunuz, Hocam, aklımdan yalan söylemek geçse, mezarında babamın kemikleri sızlar diye düşünürüm ve yalan söyleyemem. Babam bana güvendi. Babamı hayal kırıklığına uğratmak istemem. Babamı hayal kırıklığına uğratmak benim ruhumu yaralar.
Ailede nasıl tanıklık yaparsanız, neye tanıklık yaparsanız, ne zaman ve ne kadar tanıklık yaparsınız, çocuk o tanıklık çerçevesinde gelişir.
Kızım Elif anlattı. Vernon Benjamin Mountcastle adında bir nörofizyoloji profesörü ABD’de 1986’da Ulusal Bilim Madalyası almış. Bir gün öğrencilerinden biri sınıfta sormuş. Prof. Mouncastle demiş, ben bir inceleme yaptım, Amerika’da üç bin iki yüzün üzerinde nöroloji profesörü var. Niçin siz?
Prof. Mountcastle, kesin olarak bildiğimi söyleyemem, ama bir tahminim var, demiş ve ilave etmiş; annemden dolayı. Ben ilkokuldayken arkadaşlarımın anneleri çocuklarına, bugün öğretmenin sorusuna iyi bir cevap verdin mi, diye sorarlardı. Benim annem ise, Vernon, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu, derdi. Her gün bana, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu, diye sorardı. Ben iyi bir soru sormaya çok özen gösterdim. Annem benden bunu bekliyordu; iyi bir soru sormayı alışkanlık haline getirdim.
Evet, anne baba ailede çocuk küçükken neye tanıklık yaparsa çocuğun zihninde ve davranışında o gelişir.
Doğan Cüceloğlu (20.03.2011)



Aile Üstüne Gözlemler

Amerika'dan dört misafirimiz geldi; güzel bir Eylül günü, Bir Bodrum koyunda, teknede oturduk, eşim Yıldız'la birlikte, altı kişi sohbet ediyoruz.
Sharon, altmış yaşlarında, Annesi, babası Amerika'ya İtalya'dan gelmiş. Kocası Robert, karısından belki iki yaş ilerde, onun da anası babası İtalya'dan gelmiş. Her ikisi de New York'ta doğup büyümüşler. Bill, otuz yedi yaşlarında annesi Amerikalı, babası bir Akdeniz ülkesinden, Suriye olabilir ve Diane, otuz iki yaşlarında, Sharon ve Robert'ın kızı; Bill ve Diane iki yıllık evliler.
Sharon , "Ben küçük kızken, Pazar aile günüydü. Kiliseye giderdik, daha sonra tüm aile birlikte yemek yerdik ve yakınlardaki amcalara, halalara, dayılara, teyzelere gidilirdi. Bütün dükkanlar kapalı olurdu. İstesen de alışveriş yapamazdın. Televizyon yoktu."
Bill: "O ziyaretlerin çoğu, gitmezsek ayıp olur, ziyaretleriydi. Şimdi artık insanlar gerçekten istiyorlarsa gidiyorlar."
Robert: Herkes birbirine yardım ederdi; hatta bazı aileler kendi çocuklarından önce amca ve halalarına yardım etmekle yükümlüydü. Büyük baba ve büyükanne çok ciddiye alınır, onların istekleri yerine getirilirdi.
Diane: Amerika'da şimdi üç şey önemli: Bunlardan birincisi, iyi para kazanmak ya da iyi para kazanıyor olarak görünmek. İkincisi, mutlu görünmek. Mutlu ol ya da olma, o pek önemli değil, ama mutlu görünmek zorundasın. Üçüncüsü de, iyi bir aileye sahibi olmak. Birlikte yaşadığın eşin ve çocuklarınla birlikte mutlu bir hayatın olduğunu göstereceksin.
Yıldız: Bana öyle geliyor ki, bütün o mutlu görünme çabasının altında Amerika'da çok yaygın bir yalnızlık var. İnsan sorunlarla boğuşurken dertleşebileceği, içini dökebileceği kimseyi bulamıyor orada. Nereden biliyorum? Otuz iki yaşlarında orada öğretmenlik yapan bir Türk bayan var; hayatında zorluklarla karşılaştığı zaman konuşacak kimseyi bulamadığını söylüyor. Amerika'ya gittiğim zaman elde ettiğim genel izlenimler de onun söylediğini doğrular yönde. Sanki, yakın dostluklar oluşamıyor, orada.
Diane: İnsan sorunlarını paylaşmak ve o sorunlardan kurtulmak için terapi amaçlı uzmana gidiyor, ama kanımca o yalnızlıktan kurtulmak için terapist bir çare değil.
Sharon: Şimdi herkes televizyonun karşısında başka bir arkadaş yerine televizyonu seçmiş durumda. Ama iyi bir arkadaşın yerini televizyon tutabilir mi? Her insanın içini dökebileceği iyi bir arkadaşa ihtiyacı var.
Robert: Ben diğer insanların sorunlarını çözmeye yönelmiş biriyim. Öyle yetiştirildim. Evet, diğer insanların sorunlarını çözmeye yöneliyorum, ama o sorunlar hakkında elimden bir şey gelmiyor. Yardım etmeye çalıştığım insanların çoğunun sorunları benim etki alanımın dışında kalıyor.
Bill: Bir insanın sorunlarını bir başkasının çözmesi ne kadar doğru? Bir kere çoğu kere o insanın sorunlarını bir başkası çözmez. İkincisi, çözebilse bile, gerçekten o insana yardım etmiş oluyor mu? O insana ancak kendi sorunlarını çözmesinde yardımcı olunabilir. Başkalarına yardım etmeye çalışırken gereksiz stres altına da girmiş olursun.
Robert: Aynen öyle, diğer insanların sorunlarını çözmediğim gibi, kendim de eve gergin ve stresli gidiyorum.
Bill: Ben eski günlerin güzel günler olduğu kanaatinde değilim. O günlerde insanlar üzerinde bayağı zorlama vardı. İnsanlar pek özgür değillerdi. Şimdi insanlar daha özgürler, gerçekten ailesiyle birlikte olmak isteyen insan şimdi daha bilinçli olmak durumunda. Ama ailesiyle birlikte olmak, arkadaşları ve dostlarıyla ilişki içinde olmak, ayıp olmasın diye değil, gerçekten istendiği zaman yapılabiliyor. Bilinçli insanlar ailenin ve arkadaşların değerini anladıkça kendi ortamlarını oluşturacak ve zorunlu olduklarından değil, kendileri istediği için özgürce ilişkilerini yapılandıracaklardır.
Sizlerle teknedeki bir sohbeti paylaşmak istedim. İnsanların kendi yaşamlarını yaşayamamaları, zorunluluk olduğu için ilişki kurmaları yanlıştır, diyerek bireyselliğe, kendi hayatını yaşamaya yönelmiş bir Amerikan toplumunda Sharon ve Robert eskiye özlem duyuyor. Genç kuşağı temsil eden Bill sorunun farkında, ama yeni bir bilinç gerekli, eskiye gitmek doğru değil, diyor.
Öyle anlıyorum ki, insanlık tarihinden bir sayfa daha açıldı. Belirli türden sorunları çözen bir kuşak, "oh biz bu sorunları çözdük, ne mutlu siz yeni kuşağa" derken, aslında farkına varılması birkaç kuşak alacak yeni sorunlara gebe bir sosyal yapıyı da aktarmaktadırlar. Bu yeni sorunların farkına varılması yıllar alacak ve daha sonra çözümü daha yeni bir bakış tarzını gerektirecektir.
Yeni bir yıla yaklaşırken paylaşmak istedim.
(Doğan Cüceloğlu 26.12.2010)



Özdeğer

Çocuk içine doğduğu ortamda kendi anlam verme sistemini oluşturma çabasını başlar. Hepimiz anlam verme sistemimizi bir aile ortamında geliştirmeye başlarız. Çocuğun içinde yetiştiği aile çocuğun aklının gelişmesine destek ya da köstek olabilir. Çocuk anlam verme sistemini geliştirirken bir yandan özdeğerini de geliştirmeye başlar. Özdeğeri yüksek kişi, mutlu bir şekilde yaşamaya hakkı olduğuna ve bunu gerçekleştirebilecek gücü olduğuna inanır. Özdeğer alanında psikolojide önder isimlerinden bir olan Amerikalı psikolog Nathaniel Branden, özdeğer tanımının iki boyutu olduğunu belirtir: 1- kişinin kendisini yaşama uygun görmesi (feeling appropriate to life); 2- mutlu bir yaşam için kendi aklına ve becerilerinin yeterli olduğuna güvenmesi (efficacy).
Özdeğer iki nedenden dolayı insanın yaşamında çok önemli: 1) Özdeğer kişinin kendine ve dünyaya nasıl bir anlam vereceğini temelden etkiler. Özdeğeri yüksek biri sakin ve huzur içinde ilişki kurarken, özdeğeri düşük biri aynı ortamda kaygılı ve gergin bir tavır içinde olur. 2) Özdeğer yaptığımız seçimleri büyük ölçüde belirler. Farkında olduğumuz ya da olmadığımız binlerce günlük seçimlerle yaşamımı oluştururuz. Özdeğeri yüksek kişi akılcı ve gerçekçi seçimler yaparak mutluluk ararken, özdeğeri düşük kişi aklına güvenmediği ve gücüne inanmadığı için acıdan kaçınmak, kendini bilinmeyen düşmanlardan korumak üzere seçimlerini yapar. Özdeğeri yüksek kişi yeni deneyimlere, onların getirdiği heyecanlara kendini açarken, diğeri kendi hapishanesinin duvarlarını örerek tek düze bir hayat yaşar.
Aile ortamı çocuğun özdeğerinin tek belirleyicisi değildir, ama en önemlisidir. Çocuğun özdeğerini olumsuz etkileyen etkenlerin bir listesini vermek istiyorum: (Bu listeyi Nathaniel Branden'in yazılarından ve kitaplarından esinlenerek oluşturdum.)
- Çocuk kendince önemli şeyler anlatırken onu dinlemeyerek, "umurumda değilsin," duygusunu vermek.
- Başkalarına konuşurken ona bakmamak, onu dışlamak.
- Sürekli "koşma düşersin; dokunma kırarsın" türü sözler söyleyerek çocuğa yetersizsin duygusunu vermek
- "Ağlama, bağırma, gülme, konuşma" gibi sözlerle onun duygularını ifade etmesini engellemek.
- Onunla alay etmek, onu küçük düşürmek.
- Onun düşünce ve duygularının saçma ve değersiz olduğu izlenimini vermek.
- Çocuğu utandırarak ve suçlu hissettirerek denetlemek.
- Aşırı koruyucu bir tavır içinde çocuğun yaşamla temasını kesmek.
- Temelde, "sende bir bozukluk var; sen normal değilsin," duygusunu vermek.
- Çocuğu tamamıyla başıboş bırakarak hiç ilgilenmemek, hiçbir disiplin oluşturmamak.
- Keyfi olarak değişen kurallara göre yetiştirmek.
- Dayak korkusuyla yetiştirerek onu ezik, korkak, sinmiş biri haline getirmek.
- Bir cinsel nesne gibi bakmak, konuşmak ve kullanmak.
- Doğuştan uğursuz, lanetlenmiş, günahkar olduğunu söylemek.
Aklına güvenmeyen, yeteneklerinin yetersiz olduğunu düşünen kişi sürekli kaygı içinde olur. Bu kaygı yaşam onun enerjisini sömürür yok eder. Kendi yaşamında var olmaya cesaret edemez. Bu tür insanların çoğunlukta oldu bir toplumda bilim ve sanat gelişemez.
Kendi yaşamında var olmaya cesaret edemeyen insan içten içe öfkelidir. İçinde hem kendine, hem çevresine karşı örtük bir öfke vardır. Bu öfke kendini şikayet etme, karamsar olma, sevgisizlik, her olayın arkasında art niyet ve komplo arama şeklinde gösterir.
Böyleleri başarılı ve mutlu olmayı hak etmediklerine inandıkları için elde ettikleri başarının kalıcı olacağına inanmazlar; kendi kendilerini sabote ederek kendilerini mutsuz ve başarısız hale getirirler. Ve sonra, "zaten biliyordum başarı ve mutluluğun uzun sürmeyeceğini," derler.
Doğan Cüceloğlu (04.07.2010)


Çocuğum Akıllı Olsun Diyorsak

Aklı başında her anababa çocuğunu yaşama hazırlamak ister; onun güçlü, saygıdeğer, kendisine yeterli bir yetişkin olarak hayatını sürdürmesini ister. O nedenle en iyi okula gitmesi, en saygın mesleği edinmesi için ellerinden geleni yapar.
Çocuklarını kendi ayakları üstünde güçlü bir kişi olarak görmek isteyen anababalar çocuklarının aklının gelişmesine önem vermelidirler; davranışları, hal hareket ve sözleriyle çocuğun düşünme yeteneğinin farkında olduklarını, çocuğun anlama çabasına saygı duyduklarını belirtmelidirler. Bir anne ve babanın çocuğun aklına saygı duyduğunun gerçek testi çocuk bir düşünme ve anlama hatası yaptığında ortaya çıkar. Çocuk doğru düşündüğü ve doğru davrandığında onu takdir etmek hiç zor değildir. Anababanın olgunluğu çocuk hata yaptığında ve anababanın onu düzeltmesi durumlarında ortaya çıkar. Anababalığın kalitesi çocuk hata yaptığında kendini gösterir.
Düşünme ya da algılama hatası yaptığında onu düzeltirken öyle bir tavır takınabiliriz ki çocuğun bağımsız düşünme çabasını ezebilir ve onu küçük düşürebiliriz. Böyle bir anababa tavrı çocuğu düşünmekten soğutur; düşünme hatasının alay edildiği aile ortamlarında çocuk çekingen ve içe kapanık biri haline dönüşür. Hata yaptığı durumları sakinlikle karşılarsak, çocuğun bu sonuca nasıl ulaştığıyla ilgilenirsek, düşünme gayretine dikkati çekersek, çocuk hatayı nerede yaptığını görmeye daha açık hale gelecektir.
Tabii bunu yapabilmek için çocuğun düşünme sürecine değer vermemiz gerekiyor; ulaştığı sonuçla ilgilenir, o sonucun yanlışlığı ya da doğruluğundan başka hiçbir şeye değer vermezsek, çocuk düşünmenin değerini anlayamaz. "Doğru düşünce" peşinde olan anababa çocukta düşünme yetisini geliştiremez; doğru düşünceyi çocuğun gırtlağından aşağı tıkan aile ortamı, ya da düşünmeyi öğretmekten ziyade "doğru"yu dayatan eğitim ortamı, çocuğun kendine güveninin temeli olan "ben düşünebilen, olayları değerlendirerek işime yarayacak kararlar veren biriyim" duygusunun gelişmesini engeller. Sadece engellemekle kalmaz, kendine güveni olmayan, hayatı anlayamayacağını, kendi yaşamını yönetmeyeceğini düşünen karamsar, aciz bir insan yetiştirir. Aklına güvenen insan yaşamdan korkmaz; karşısına sorunlar çıktıkça bir yolunu bulup onları çözebileceğine inanır. Bu inanç onun kendine güveninin temeli olur.
Anababaların "yetişkin doğruları" vardır, ama çocuğunda "çocuk doğruları" olacaktır. Çocuğun bir süre çocuk doğrularla yatıp kalkmasına birçok anababa izin vermez. İşte burada gerçek anababalık sanatı yatar. Önemli olanın düşünmeye gayret etmek, aklını kullanmaya çalışmak, verilerle düşünmek, verdiği kararı yeniden gözden geçirebilmek olduğunu unutmayan anababa sabırla, gülümseyerek, sevgi ile çocuğuyla bir sohbet kurar. Bu sohbet içinde çocuk vardığı doğrulara nasıl vardığını gözleme imkanı bulur.
Birkaç örnek verelim: (1) Anne kızına bir şey yapmasını söylüyor, ama yeteri kadar açıklama yapmıyor. Kız anlamayıp şaşkın bakınca, "kafasız, hiçbir şeyi anlayamıyorsun," bakışıyla bakıyor. Kızın içi çok kırılıyor.
(2) Çocuk öğretmenden farklı düşünüyor. Anne konuşmadan öğretmenden yana oluyor ve çocuğu eleştirmeye başlıyor.
(3) Baba sinirli ve gergin. Çocuğun bir şeyi yanlış yaptığıyla ilgili bir ima var; ama hiç kimse çocuğun neyi yanlış yaptığını söylemiyor. Sormasına izin verilmiyor; ima edilen anlam, herkesin gördüğü bir gerçeği onun anlayamayacak kadar salak olduğu. Bu kadar akılsız olduğuna göre anlatmanın da bir anlam taşımayacağı.
Çocuk sorunları çözmeyi düşünmenin cezalandırıldığı bir aile ortamında öğrenemez; aklının ödüllendirilmesi gerekir.
Doğan Cüceloğlu (18.04.2010)


En Güçlü Miras

Bir anababanın evladına bırakabileceği en anlamlı, en güçlü miras ne olabilir?
Bu soru bana sorulduğunda cevabım, anlam verme sistemi olacaktır. Evet, 52 yıllık bir meslek yaşamı içinde değerlendirerek yazıyorum, cevabım bu olacaktır.
Bir anababanın çocuklarına bırakabileceği en güçlü sermaye onların kazanmış olduğu anlam verme sistemidir. Bir ulusun en büyük sermayesi de o toplumun anlam verme sistemidir.
İnsanın gerçek gücünün kaynağı onun anlam verme sistemidir.
Çok yüksek kapasitede bir monitör sistemi olan beyin, her an kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu, niçin orada olduğumuzu, günü, saati, ayı, yılı bildiği gibi sosyal rollerimizi, kimliğimizi, duygularımızı ve daha birçok şeyleri sürekli izler. Böylece ne kadar aç olduğumuzu, tuvaletimizin gelip gelmediğini doğrudan biliriz. Aynı şekilde duygularımızı, bir şeyden keyif mi alıp almadığımızı hemen hissederiz.
Değişik yaşlarda altı yüz kadar öğrenciye, "Bu okulda ne kadar varsınız?" diye sordum; "0" en düşük ve "100" en yüksek arasında değerlendiren öğrencilerin çoğu yuvarlak rakam vermediler, "54," "62," "78" gibi ara rakamlar verdiler. "Niye 62?" diye sorduğumda, cevap olarak, "Çünkü öyle hissediyorum," dediler. Demek ki içimizde barometre gibi bir sistem var; bu sistem sayesinde "şimdi burada" ne kadar var olduğumuzu beynimiz sürekli izliyor. Ve izleyen bu beyin sayesinde kişi kendisini kendiyle, çevresiyle, şimdiyle, geçmişle, gelecekle ilişki içine sokuyor ve böylece yaşamına anlam veriyor.
Şimdi bir anne ve çocuk etkileşimini düşünün. Anne çocuğun önüne dört köfte koyuyor ve çocuk iki köfte yedikten sonra doyduğunu hissediyor ve "doydum anne!" diyor. Şimdi iki ortam düşünelim: Bu ortamların ilkinde anne çocuğun bu ifadesinin çocuğun gerçeğini yansıttığını kabul ediyor ve saygı duyuyor ve bu gerçekle uyum içinde çocukla ilişkisini sürdürüyor. "Tamam, evladım," diyor, "ilerde acıkınca bana söyle."
İkinci ortamda anne çocuğun algıladığı gerçeğe saygısız; o nedenle çocuğu hiç hesaba katmadan, "Hayır doymadın; iki köfteyle doyulmaz, kalan köfteleri ye!" diyor. Çocuk müthiş bir çelişki yaşıyor; bir yandan içindeki sistem onun doyduğunu söylüyor ve doğal olarak çocuk tuvaletinin geldiğini bildiği gibi bunu da biliyor ve bu iç sisteme inanıyor. Bu onun iç gerçeği. Diğer yandan anne ve babasının her şeyi bildiğini, onların çok güçlü olduğuna da inanıyor. Onlar olmadan yaşamını sürdürmesinin olanaksız olduğunu, onlara inanması ve güvenmesi gerektiğini biliyor. Müthiş bir kaygı ve sıkıntı içinde, "Doydum anne, vallahi doydum," diyor ve o yıpratıcı, çocuğu kendi yaşamından alıp çıkartan acı süreç başlıyor. Çocuk yavaş yavaş kendi içinden gelen duygulara, sezgilere ve sonunda kendine inanmayı kaybediyor. Yaşamın içinin boşalması başlıyor.
Gözleyen biri anlattı; annesi, çişinin bittiğini söyleyen bir oğluna, "hayır bitmedi, haydi bitir," diye birkaç kez tekrar edince çocuk, "vallahi bitti anne!" diyerek ağlamış. Bana anlatan adam dayanamamış, "Bayan lütfen, duymuyor musunuz, çocuk bitti diyor," diyerek müdahale etmek zorunda kalmış.
Bu satırları yazarken ne kadar acı çektiğimi bilemezsiniz. Şu anda ben bu satırları yazarken ve siz okurken bu ülkede çocuğunu sevdiğini sanan kaç kadın ve erkek (onlara "anne" ve "baba" diyemedim, içimden gelmedi) tarafından kaç çocuğun psikolojik dokusunun paramparça edildiğini hayal ediyorum ve içim sızlıyor.
"Üşüyorsun," deyip hemen hırkayı giydirmenin, hiç sorma gereği duymamanın ne kadar yok edici, zarar verici olduğunun farkında değiliz. Onları yok ettiğimizin ve bu ülkenin gerçek sorununun bu "yok etme" olduğunun farkında değiliz.
Doğan Cüceloğlu (09.05.2010)


Öpülesi, Kucaklanası Çocuklarımız

Alman İmparatoru 2. Frederik "insanların doğuştan getirdiği dil"i merak etmişti. Elli kadar bebeğe bakan bakıcılar yalnız mamalarını verdiler, altlarını değiştirip bakımlarını yaptılar, bebeklerle hiç konuşmadılar. Peki, bebekler hangi dili konuştu? Kimse bilemedi, çünkü konuşacak yaşa gelmeden elli bebeğin ellisi de öldü.
Bu, deney yönünden bir talihsizlik miydi? Deney yönünden değil ama deneye alınan bebekler yönünden bir talihsizlikti; artık bugün biliyoruz ki, konuşulmayan, dokunulmayan, kucaklanmayan, öpülmeyen, koklanmayan bebek yaşamıyor. Bu tür deney bugün yapılamaz. Bilimsel gerçeklerden söz ediyorum. Miami Tıp Fakültesi Dokunma Araştırma Enstitüsü'nden Dr. Tiffany Field'in "Touch" (Dokunma) adında 2001'de çıkan kitabında yetimhanelerde ve çocuk bakımevlerinde yaptığı gözlemlerin sonucunda şunu açıkça söyleyebiliyoruz ki, bebeklerin sağlıklı gelişimi için onların sürekli bir etkileşim ortamı içinde bulunulmaları gerekiyor. Günlük dille söylerse bebeğe konuşulması, dokunulması, kucaklanması, onların sağlıklı gelişimi için elzemdir.
Sanki çocuk, ben isteniyor muyum, sorusuna cevap aldıktan sonra yaşamaya karar veriyor. Beyinde duygusal yaşamın merkezi olan yörede hipokampus dediğimiz yerde çocuğun ilk duygusal belleği işlemeye başlıyor. Bu dil öncesi bellek. Çocuk doğumundan altı saat sonra örtük bellek dediğimiz dil öncesi belleğe kayıtlar yapmaya başlıyor. Onunla konuşup konuşmadığımız, konuştuksa nasıl konuştuğumuz boşa gitmiyor; bebek hepsini kaydediyor.
O ağlasa da, bağırsa da, gülse de ona hiç ilgi göstermediğimiz zaman, ben istenmiyorum, mesajını alıyor. Hipokampus "istenmiyorum" mesajını güçlü bir şekilde kaydettiği zaman bebeğin beyni onun yaşamı için gerekli olan salgılamaları durduruyor. Yavaş yavaş beyni ölen bir bebeğin bedeni de her türlü hastalığa dirençsiz hale geliyor.
Bebek kendisiyle nasıl konuşulduğunun da farkında. Bebek varoluşun zekasıyla donanmış durumda. Onu besleyecek türden sesleri, okşayışları, toksik dokunuş, seslerden ayırt ediyor. Daniel Siegel, "The Developing Mind" (Gelişen Zihin) adlı kitabının alt başlığını "Toward a Neurobiology of Interpersonal Experience" koymuş, Türkçe'ye, "Kişilerarası Deneyimin Nörobiyojisine Doğru" çevirebiliriz. Çocuğun zihinsel gelişimindeki en önemli etkenin aile içindeki etkileşim olduğu sonucuna varıyor.
Feribotla Yenikapı'dan Bandırma'ya gidiyorum. Arkadaşla bir masa etrafına oturmuşum ; ikimiz de kitap okuyoruz. Ben Daniel Siegel'in kitabını okuyorum. Taze bir bebek sesi duyuyorum. On günlük ya var ya yok; bir bebek sesi. Döndüm baktım. Telaşlı bir taze anne, sanırım kayınvalidesiyle birlikte yeni bebeği bir yerlere götürüyorlar, belki büyük babaya. Anne telaşlı, bebeği susturmaya çalışıyor; "pışş pışş" diye sallıyor. Bu anne neden bu kadar telaşlı diye düşünüyorum, çünkü bebek bebek olmanın ötesinde hiçbir yanlış yapmıyor. Bebeksi bebeksi bana göre son derece sevilesi sesler çıkıyor. O sesleri duydukça içim ısınıyor. Ama etrafa bakıyorum, insanların yüzü donuk, gülümseyen kimse yok. Anne telaşlı, bebekten rahatsız olan insanlar var, diye düşünüyor. Kaygıyla, "pışş pışş"ların sayısı ve şiddeti artıyor, ama bir yandan da çocuğuna kıyamıyor. Yanında oturan kayınvalide hışımla bebeği kucağına alıyor ve "hışşşt hışşşt" demeye başlıyor. Çocuk sarsılıyor, şok verilmiş gibi kasılıyor, korkuyor, gözler açık susuyor.
Bir çocuk daha hipokampüsüne, örtük belleğine kaydetti. "Bende bir bozukluk var, ben sevilecek biri değilim." Gözleri kaygı dolu, kendine güveni olmayan, ezik ve mutsuz bir vatandaş daha topluma katılma yolunda.
Doğan Cüceloğlu (14.03.2010)


Geliştiren Ana Baba Olmam İçin

Ne Bilmem, Ne Yapmam Gerek?
Doğan Cüceloğlu
Anne babalarla karşılaştığım ortamlarda bana şu tür sorular yöneltiyorlar ve dile getirdikleri sorunu çözmek için ne yapmaları gerektiğini soruyorlar. Anne ve baba tarafından dile getirilen bu sorunların bazıları çocuğun içinde bulunduğu ortamın özelliklerinden, bazıları ise çocuğun söz dinlememe davranışlarından kaynaklanıyor.
Dile getirilen sorunlar:
A) Ortamın özelliklerinden kaynaklanan sorunlara örnekler:
• Ailede anne ve babanın "doğruları" aynı değil. Babanın "doğru" dediğine anne, annenin "doğru" dediğine baba ya açıkça "yanlış" diyor, ya da şüpheyle baktığını ima ediyor. Benimle konuşan anne ya da baba, "Çocuğum çok zor durumda kalıyor, ne yapacağımı bilemiyorum!" diyor.
• Çoğu kere anne ve babanın yanı sıra çocuklar büyükanne ve büyükbabayla da ilişki içindeler ve anne ve babanın "doğruları" ile büyükanne ve büyükbabanın "doğruları" uyuşmuyor. Bu durumda da anne ya da baba, ender de olsa büyükanne veya büyükbaba, "Çocuğum/torunum zor durumda kalıyor, ne yapacağımı bilemiyorum!" diyor.
• Bazı anneler-babalar sorunlarını şöyle dile getiriyorlar: "Biz çocuğumuzu terbiyeli, diğer insanlara değer veren düşünceli, nazik insanlar olarak yetiştiriyoruz. Ama okula başladıktan sonra etrafında sürekli küfür eden çocuklar var ve çocuklara bağıran, çağıran, azarlayan öğretmenler var. Çocuk ne yapacağını bilemez hale geldi. Bizim dediğimize mi inansın, yoksa etrafta gördüğü arkadaşlarına ve öğretmenlerine mi? Hiç duymadığımız küfürleri ondan duymaya başladık. Ne yapacağımızı bilemiyoruz, ne olur bize bir akıl verin."
• Elimden gelse evde televizyonu yasaklayacağım, eve gazete almayacağım. Gazete haberleri, gazetedeki resimler, hele hele televizyon programları çocukları alıp başka bir dünyaya götürüyorlar. Televizyonun çok olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum, ne yapacağımı şaşırmış durumdayım.
Yukarıda saydığım sorunlar çocuğun içinde bulunduğu ortamdan kaynaklanıyor. Bu tür sorunların bazen değişik türleri oluyor; okuldaki öğrencilerden değil, komşu çocuklarından kaynaklanan sorunlar olabiliyor; bazen de komşu karı kocanın bağıra çağıra kavga etmeleri sorun oluşturuyor.
Yukarıda dile getirilen sorunların hiç birinin çözümü ne benim ne de sorunu dile getiren kişinin gücü içinde değil. Evlendikten ve anne baba olduktan sonra eşinizin "doğruları"nı değiştiremezsiniz. Ben de değiştiremem. Aynı durum büyükanne, büyükbaba, okuldaki öğretmenler ve öğrenciler için de geçerlidir. Bir ülkenin gazetelerini ve televizyon yayınlarını değiştirmek de gücümüzün dışındadır.
B) Bazı sorunlar çocuğun söz dinlememesinden kaynaklanıyor:
• Çalış diyorum, dersine çalışmıyor.
• O arkadaşlarınla gezme, konuşma diyorum; hala o arkadaşlarla geziyor, konuşuyor.
• O bilgisayarın başından kalk, bilgisayarda fazla vakit geçiriyorsun, diyorum, sözümü dinlemiyor.
• Ve benzeri şikayetler...
Ne yapalım?
Çocuklarınızın davranışlarını denetleyebilir miyiz?
Gerçekte hayır. Yakınlarımızdaki insanların, Eşimizin, öğrencimizin, çocuklarımızın, yönettiğimiz kişilerin davranışlarını etkileyebiliriz, ama denetleyemeyiz. Kendi davranışlarımızın dışında başka hiçbir insanın davranışını denetleyemeyiz.
O zaman anababa olarak, öğretmen olarak, yönetici olarak önemli bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz: "Değer verdiğim, yaşamımda önemli olan insanlarla nasıl bir ilişki içinde olayım ki, o insanların davranışlarını denetlemeden, onların "doğru" davranmalarına yardımcı olabileyim?
Öğretmen olarak öğrencilerimle ilişkimi nasıl yöneteyim, nelerin farkında olayım, ne yapayım ki öğrencilerimin gelişmesine katkıda bulunayım? Öğretmenin öğrencisiyle ilişkisinde etkili olması kendi başına bir uzmanlık alanı ve ben bu konuya çok önem veriyorum. Bu alanda çalışmak istiyorum, ama çalışmamı ne zaman yapacağım, henüz bilmiyorum. Bu konunun irdelenmesini başka bir çalışmaya bırakıyorum.
Yönetici olarak ne yapayım ki şirketim, çalışanlar, müşteriler, tedarikçiler herkes "doğru olanı" isteyerek ve bilerek gönüllü olarak yapsın? Kitapçılara gittiğiniz zaman bu konuda raflar dolusu kitaplarla karşılaşırsınız. Yönetim bilimi alanında psikolog olarak benim de söyleyeceklerim vardır; ama bu alan şimdilik benim pek ilgimi çekmiyor; ilerde bu konuda çalışıp çalışmayacağımı da bilmiyorum.
İlgimi çeken temel alan aile içi iletişim. Karı koca ilişkisi ailenin temelini oluşturuyor, ama bu yazımda karıkoca ilişkisinden değil, anababa çocuk ilişkisinden söz etmek istiyorum. Aslında anababa çocuk ilişkisini irdelerken söz edeceğim kavramlar, ilkeler, temel farkındalıklar ve değerler karı koca ilişkisi için de geçerli, ama şimdi özellikle anababa çocuk ilişkisinden söz edeceğim.
Yani, üzerinde konuşmak istediğim temel konuyu şöyle tanımlayabilirim:
Bir anne ve baba olarak çocuğumun düşünce ve davranışlarını denetlemem söz konusu olmadığı, ancak etkilemem söz konusu olduğuna göre, çocuğumla ilişkimde en etkili iletişimi nasıl oluşturabilirim?
Evet, işin özü etkili iletişim. Bir anne baba çocuğuyla nasıl etkili iletişim kurabilir?
Ben ana babanın çocuklarıyla etkili iletişim için şunları bilmesini ve yapmasın önemli görüyorum:
Geliştiren Anababa için farkındalıklar:
1. Gördüklerini, yaşadıklarını ve sizin söylediklerinizi çocuğunuz kendi anlam verme sistemi içinde anlamlandıracaktır. Gördüğü, duyduğu her şey onun verdiği kadar anlamlı ya da anlamsız olacaktır. O nedenle, anababanın anlam verme sistemiyle ilgili şu üç konuyu bilmesinde yarar vardır:
a. Genel olarak, anlam verme sistemi nedir, nasıl oluşur, nasıl işler?
b. Anne ve baba olarak sizin kendinizin anlam verme sistemini tanıyor musunuz? (Bu sitede yayınlanan "Anlam Verme Sistemleri" üzerine yazdığım yazılar bu konuda size ışık tutabilir.)
c. Özel olarak, çocuğunuzun anlam verme sistemini tanıyor musunuz? Böylece çocuğunuzla iletişim kurarken olayları onun gözüyle görebilme gücünü elde edersiniz.
2. "Ben Bilinci," "Sen Bilinci" ve "Biz Bilinci" arasındaki farkları biliyor musunuz ve çocuğunuzla "Biz Bilinci" içinde iletişim kurmayı seçebiliyor musunuz?
3. Çocuğunuzla ilişkinizde konuşmaktan çok dinlemenin önemli olduğunun farkında mısınız?
4. Çocuğunuzla ilişkinizde ona varoluşun altı boyutunu yaşatıyor musunuz? (Bu konuyu İletişim Donanımları kitabımda irdeledim.)
a. Ait olma birey olma dengesi;
b. Önemseme, umursamak;
c. Olduğu gibi kabul etmek;
d. Değerli bulma, yerinin doldurulama olduğunu hissettirmek;
e. Yapabileceğine, yetkin olduğuna güvenmek;
f. Onun gelişmesi için her şeyi yapmaya hazır olduğunu, yani onu sevdiğini hissettirmek.
5. Yaşamının gerçek sorumluluğun çocuğunuzun kendisinde olduğuna inanıyor musunuz?
6. Çocuğunuzda görmek istediğiniz değerleri sizin kendinizin yaşaması gerektiğini biliyor musunuz?
7. İnsanın gerçek isteklendirme kaynağının onun gelecekle ilgili hayalleri olduğunu bilerek çocuğunuzla sohbet kuruyor musunuz? Daha başka bir ifadeyle çocuğunuzun gönlünün muradını keşfetmesine yardımcı oluyor musunuz?
Çocuğunuzun gönlünün muradını keşfetmesine yardımcı olmak çok önemli bir konu; onu ayrı bir yazımda ela almak istiyorum.
Doğan Cüceloğlu (29.04.2008)

Çalışan Annelere 24 Saat Yetmiyor!

Türkiye Kamu-Sen AR-GE Merkezi Anneler Günü dolayısıyla çalışan kadınlar arasında anket yaptı

Şişli Bilim Merkezi Deney Üniteleri Resimleri ve Videosu

 Uzaydaki karadelik deney ünitesi
Gökcisimlerinin boyutlu  görüldüğü deney ünitesi
Deprem Deney Ünitesi


Deprem Deney Ünitesi

Yangın Deney Ünitesi

Son Savaşçı, Hanoi Kuleleri, Dört Farklı Küp Yapalım Oyun Ünitesi
Resim yazısı ekle


İstanbul Şişli Bilim Merkezi

YAZ VE KIŞ BİLİM OKULU
Türkiye Bilim Merkezleri Vakfı, 7-13 yaş arasındaki çocuklara bilimi sevdirmek ve çeşitli bilim ve sanat dallarını tanıtmak amacıyla düzenlediği Bilim Okulu’nu 2004 yılından beri uygulamaktadır. Kış aylarında sömestr, yaz aylarında ise yaz tatili döneminde gerçekleştirilen Bilim Okulu, hafta içi her gün 10.00-17.00 saatleri arasında yapılmaktadır.
1 haftalık ya da 2 haftalık katılımlarla gerçekleşen Bilim Okulu programı; Fizik, Kimya, Biyoloji, Nanoteknoloji, Matematik, Satranç, Uzay, Arkeoloji, Biyoloji, Genetik, Ekoloji, Küresel Isınma, Enerji, Elektronik, Robot, Bilim-Drama, Maket, Karikatür, Resim, Heykel gibi atölyeleri içermektedir. Bu atölyelerin içeriği, her çocuğun bilimsel ve sanatsal konuları kolayca ve eğlenceli bir şekilde kavrayabileceği şekilde oluşturulmuştur. Vakfımız, bu yöntemle bilim ve sanata değer veren ve ilgi duyan nesiller yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Konularında uzmanlaşmış eğitmenler tarafından verilen, uygulama ağırlıklı atölye eğitimleri aracılığıyla Bilim Okulu öğrencileri, kendi ilgi alanlarını keşfedebilmekte ve bu doğrultuda anne-babalarını yönlendirebilmektedir.
Bilim Okulu kapsamında Atölye eğitimlerini desteklemek amacıyla çeşitli kültürel ve bilimsel geziler düzenlenmektedir. Arkeoloji Müzesi, Boğaziçi Üniversitesi Genetik Laboratuarı, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü, Topkapı Sarayı, Çikolata ve Bisküvi Fabrikası, İstanbul Modern ve Atatürk Arboretumu, bugüne kadar hazırlanan programlara dahil edilen gezi yerleri arasında yer almaktadır.
Uygulamanın ve öğrencilerin bire bir etkinlik gerçekleştirmesinin gücüne ve kalıcılığına inanarak oluşturulan Bilim Okulu programı süresince öğrenciler atölye ve geziler haricinde, belgesel ve film gösterimleri, satranç turnuvası, yabancı eğitmenlerle yabancı dil ve kültürler atölyeleri, meslek tanıtım sohbetleri, çocuk tiyatrosu, zekâ oyunları, deney gösterileri gibi etkinliklere de katılmaktadırlar.
Öğrencilerin, birçok farklı alanda etkinlik gösterebilmesine olanak tanıyan Bilim Okulu eğitimi sonrasında, çocuklarının ilgi alanlarını keşfetmeye yardımcı olabilmek adına anne-babalar, “ilgi durumu karnesi” ile bilgilendirilmektedir.
.

Ayrıntılı bilgi ve kayıtlar için;
Telefon: 0212 266 00 46 | Email: info@bilimmerkezi.org.tr

İzleyiciler